EKRANDAKİ ve PENCEREDEKİ DÜNYA
EKRANDAKİ ve PENCEREDEKİ DÜNYA
Uçağa binmeye bir saat kala Sylvie tabletin şarjını kontrol edip tam dolsun diye koltuğun yanındaki prize fişi taktı. Çünkü bilir çocuğunun tablet olmadan yapamayacağını, bilir Alex'in tablet olmadan rahat duramayacağını. Alex altı yaşındaydı ve tüm dünyası bu tablet denilen el bilgisayarıydı. Alex'in babası Mustafa ise çocuğunun şimdiden elektronik aletlerle böyle haşır neşir olmasıyla gurur duyuyordu.
Bir güvercin misali Fransa'dan, Türkiye'ye konmak üzere uçtu uçak.
Alex tabletini elinden hiç bırakmayıp hiç kimseyi rahatsız etmedi yolculuk boyunca. Sabaha karşı uçağın penceresinden gözüken bembeyaz bulutları bile görmedi.
Uçak indi Ankara'ya. Sabahın erken saatleriydi. İzinleri boyunca kullanmak için kiraladıkları araba havalimanı çıkış kapısında onları bekliyordu. Arabaya binip ver elini köyüm dedi Mustafa.
Yollar çok sakindi, arabanın camlarından geniş Anadolu ovaları ıssız, sessiz gözüküyordu. Mustafa her sene gelir köyüne ama ilk defa eşi Sylvie ile beraber geliyor, yabancı eşi yabancılık çekip sıkılır diye daha önce hiç getirmemişti. Alex yolculuk boyunca gene kimseyi rahatsız etmedi, tableti elindeydi.
Mustafa, köyüne az kala bir yaylanın yanından geçmek üzereydi, yayla ona el sallar gibi duruyordu. Çocukluğu orada geçmişti. Kırdı direksiyonu ve girdi yaylaya, alçak damlı evlerin arasında dolanıp kuzeni Serdar'ın evinin önünde durdu. Serdar ve eşi sanki geleceklerinden haberdarmışlar gibi evin duvarının gölgesinde onları bekler gibi oturuyorlardı. Öğle üzeriydi, kavurucu bir sıcaklık vardı. İçeriye buyur ettiler, serin mi serin olan bu kerpiçten, alçak damlı evin odası klimalı gibiydi. Alex'in elinde bu sefer tablet yoktu, gözleri çok yorgundu, içeriye girer girmez bir uyku sardı onu, tabletin ekranı gözlerini yormuş olsa gerek, annesi Sylvie'nin yanında şıp diye hoş bir uykuya daldı, penceresi kuzeye bakan bu odanın yumaşacık serinliği ona iyi geldi. Serdar'ın hanımı Alex'in başının altına küçük bir yastık getirip koydu.
Serdar'ın oğlu Deniz de Alex yaşındaydı, bir film seyrediyormuş gibi alçak pencereden dışarıya bakıyordu, pürdikkat ve gözünü ayırmadan. Mustafa beraberinde bir eski tablet getirmişti, Alex'in eski tabletiydi, o tableti köyde bir çocuğa veririz demişti, Deniz'i görünce içinden ona vermeye karar verdi. Mustafa, Fransızca Sylvie'ye "giderken unutma o tableti Serdar'ın oğluna verelim" dedi.
Ayranlar geldi, Sylvie'nin anlamadığı sohbet hızla devam ediyordu, Sylvie'nin dikkatini sohbet değil pencereden dışarıyı seyreden Deniz çekiyordu, sessiz, sakin pürdikkat neye bakıyordu, neyi seyrediyordu diye. Yanına biraz yaklaştı, o da dışarıyı, Deniz'in seyrettiğini seyretmeye başladı : Bir koyun sürüsü geniş ve yeşil otlaklara gitmek üzere patika yola girmişti, önde eşek sırtında bir çoban, çobanın her iki yanında birer köpek yavaş yavaş ilerliyordu, koyun sürüsü bir uçağın havada uzun ince bembeyaz bir duman bırakması gibi toz bırakıp ilerliyordu, sürünün etrafında zıplaya oynaya giden keçiler, oğlaklar... Evlerin etrafında civciv kümeleriyle dolaşan tavuklar, gagasını havaya kaldırıp öten horoz, ağılın hemen yanında otlayan memeleri sütle dopdolu ala inek, sonra masmavi gökyüzü ve uçuşan serçeler ve daha neler... Sylvie bu manzaraya hayran kaldı, Deniz'in böyle pürdikkat seyredişini şimdi anladı. Sonra oğlu Alex'e baktı, içini bir hüzün kapladı, oğlunun dünyası sanal bir dünyadan, olmayan bir dünyadan ibaretti. Penceredeki bu gerçek dünyayı, bunların hiçbirini ne seyrediyor ne de seyredecek, Alex hergün bunların kopyası bile olmayan çizgilere ya da hayal ötesi figürlere ya tabletinden ya da televizyondan bakarak olmayan bir dünya ile avunuyordu. Oysa Deniz gerçek bir dünyada, elle tutulur, gözle görülür somut bir filmin içindeydi ve kendisi de bizzat bu filmin bir kahramanıydı.
Sonra Deniz pencereyi bırakıp dışarıya çıktı, Sylvie de onu takip edip peşinden gitti. Deniz hemen duvardaki gölgeye geçip, önceden hazırladığı biraz toprak ve samanı suyla karıştırıp çamur haline getirdi, hazırladığı bu çamurla yarım kalmış evini daha önce topladığı taşlardan örmeye başladı, oyuncak ev onun boyu kadar olunca bir tahta üzerine koyup çatı yaptı ve ev bitti. Sylvie hayret edip hayran kaldı yayladaki çocuğun bu müthiş dünyasına. Tabiat ile iç içeydi, hazıra konmuyordu, imalatları kendisi yapıyordu. Sonra bir serçe bu evin üzerine kondu, Deniz, üzerine oturduğu buğday çuvalından biraz buğday alıp yere serpti, serçe buğday tanelerini tek tek hiç ara vermeden yiyordu, Deniz onunla konuşuyormuş gibi gözünü ondan ayırmıyordu. Deniz, Sylvie'nin sırf kendisini ve bütün bunları seyretmek için kendisini takip ettiğini fark edince biraz utangaç bir refleksle iki elini çenesinin altına koyup arkasını Sylvie'ye dönüp yüzünü yemyeşil, rengarenk ovaya çevirdi. Sylvie de onun baktığı yöne yüzünü çevirdi. Hoş hafif bir rüzgar yüzüne çarpmaya başladı, kavurucu sıcaklık yavaş yavaş gidiyordu, güneş uzak ufuklarda batmaya hazırlanıyordu, Sylvie ilk kez güneşi dümdüz ovada yüksek binaların olmadığı böyle bir durumda görüyordu, güneşi yanıbaşında hisetti...
Alex, uykudan yeni uyanmış, günün ışığından kamaşan gözlerini zor açarak dışarıya geldi, annesine doğru koştu, annesi onu kucağına aldı. Alex, ağılın dibinde dolanan eşek ile yavrusunu görünce "Anneciğim burada hayvanat bahçesi var mı, hadi oraya gidelim" dedi. Sylvie "Burada hayvanları kafese koymuyorlar oğlum, bak eşekler, tavuklar, civcivler, keçi yavruları, kuzular, hepsi var" diye cevap verip "Hadi Deniz'in yanına git, onunla oyna" dedi. Bir baktı ki duvar dibindeki Deniz gitmiş, az ötede bir grup arkadaşıyla güle oynaya birbirlerini kovalayıp oynuyorlar. Alex "Ne zaman gideceğiz anne?" diyordu.
İçerden Mustafa çıktı, kuzeniyle tokalaşıyordu. Sylvie gideceklerini anladı.
Mustafa Sylvie'ye dönüp Fransızca "Tableti unutmadan getir canım, Deniz için bırakalım". Sylvie "Kesinlikle olmaz" dedi. Mustafa bir anda şaşırdı, Sylvie'ye "Canım ne diyorsun? Eski tableti ne yapacağız? Tabletin içinde hali hazırda yüklenmiş bir sürü şey var, yaylaya elektrik de gelmiş, bırak çocuk sevinsin". Sylvie çocukların arasında hoplaya, zıplaya oynayan Deniz'e bakıp "Görmüyor musun? Çocuk ne kadar mutlu!" , sonra Deniz'in yaptığı evi gösterip "Görmüyor musun? Çocuk ne kadar üretken" kesin bir kararlılıkla "Deniz'in bu aletin ekranından sahte bir dünyayı, olmayan bir dünyayı seyretmesine gerek yok" odanın penceresini gösterip "Bu pencereden Deniz'in neyi seyrettiğini gördüm, gerçek dünyayı soluyarak, dokunarak seyrediyor, onu pencereden indirip bu bir karış ekrana hapsetmeye hakkımız yok" dedi.
Serdar ve hanımı birazdan yola çıkacak bu misafirler neyi tartışırlar diye merak ede dursunlar, Mustafa konuştuklarını onların anlamadığına sevinip bagajdan bir kahve, bir kaç kutu çikolata çıkarıp kuzenine verdi. "Sizleri iyi ki gördüm, çok sevindim" deyip arabaya bindi, Sylvie de Serdar ve hanımıyla tek tek tokalaşıp arabaya bindi, Alex çoktan arabadaydı. Araba hareket etti, giderken korna çalmak adetti, korna çalıp el salladılar ve giitiler.
Araba çocuklarla oynayan Deniz'in yanından geçiyordu, Sylvie Mustafa'dan arabayı durdurmasını rica etti. Araba durdu. Sylvie arabadan inip Deniz'in yanına gitti, diğer çocukları da etrafına alıp cep telefonuyla hatıra fotoğrafı olarak bir selfi çektikten sonra yola koyuldular, araba hızlanıp arkasından uzun bir toz bulutu yapıp gitti.
Yolda Alex her zamanki gibi gene kimseyi rahatsız etmedi, elinde tabletiyle uslu uslu durdu.
Mûlla Evîndar
13.03.2020
Uçağa binmeye bir saat kala Sylvie tabletin şarjını kontrol edip tam dolsun diye koltuğun yanındaki prize fişi taktı. Çünkü bilir çocuğunun tablet olmadan yapamayacağını, bilir Alex'in tablet olmadan rahat duramayacağını. Alex altı yaşındaydı ve tüm dünyası bu tablet denilen el bilgisayarıydı. Alex'in babası Mustafa ise çocuğunun şimdiden elektronik aletlerle böyle haşır neşir olmasıyla gurur duyuyordu.
Bir güvercin misali Fransa'dan, Türkiye'ye konmak üzere uçtu uçak.
Alex tabletini elinden hiç bırakmayıp hiç kimseyi rahatsız etmedi yolculuk boyunca. Sabaha karşı uçağın penceresinden gözüken bembeyaz bulutları bile görmedi.
Uçak indi Ankara'ya. Sabahın erken saatleriydi. İzinleri boyunca kullanmak için kiraladıkları araba havalimanı çıkış kapısında onları bekliyordu. Arabaya binip ver elini köyüm dedi Mustafa.
Yollar çok sakindi, arabanın camlarından geniş Anadolu ovaları ıssız, sessiz gözüküyordu. Mustafa her sene gelir köyüne ama ilk defa eşi Sylvie ile beraber geliyor, yabancı eşi yabancılık çekip sıkılır diye daha önce hiç getirmemişti. Alex yolculuk boyunca gene kimseyi rahatsız etmedi, tableti elindeydi.
Mustafa, köyüne az kala bir yaylanın yanından geçmek üzereydi, yayla ona el sallar gibi duruyordu. Çocukluğu orada geçmişti. Kırdı direksiyonu ve girdi yaylaya, alçak damlı evlerin arasında dolanıp kuzeni Serdar'ın evinin önünde durdu. Serdar ve eşi sanki geleceklerinden haberdarmışlar gibi evin duvarının gölgesinde onları bekler gibi oturuyorlardı. Öğle üzeriydi, kavurucu bir sıcaklık vardı. İçeriye buyur ettiler, serin mi serin olan bu kerpiçten, alçak damlı evin odası klimalı gibiydi. Alex'in elinde bu sefer tablet yoktu, gözleri çok yorgundu, içeriye girer girmez bir uyku sardı onu, tabletin ekranı gözlerini yormuş olsa gerek, annesi Sylvie'nin yanında şıp diye hoş bir uykuya daldı, penceresi kuzeye bakan bu odanın yumaşacık serinliği ona iyi geldi. Serdar'ın hanımı Alex'in başının altına küçük bir yastık getirip koydu.
Serdar'ın oğlu Deniz de Alex yaşındaydı, bir film seyrediyormuş gibi alçak pencereden dışarıya bakıyordu, pürdikkat ve gözünü ayırmadan. Mustafa beraberinde bir eski tablet getirmişti, Alex'in eski tabletiydi, o tableti köyde bir çocuğa veririz demişti, Deniz'i görünce içinden ona vermeye karar verdi. Mustafa, Fransızca Sylvie'ye "giderken unutma o tableti Serdar'ın oğluna verelim" dedi.
Ayranlar geldi, Sylvie'nin anlamadığı sohbet hızla devam ediyordu, Sylvie'nin dikkatini sohbet değil pencereden dışarıyı seyreden Deniz çekiyordu, sessiz, sakin pürdikkat neye bakıyordu, neyi seyrediyordu diye. Yanına biraz yaklaştı, o da dışarıyı, Deniz'in seyrettiğini seyretmeye başladı : Bir koyun sürüsü geniş ve yeşil otlaklara gitmek üzere patika yola girmişti, önde eşek sırtında bir çoban, çobanın her iki yanında birer köpek yavaş yavaş ilerliyordu, koyun sürüsü bir uçağın havada uzun ince bembeyaz bir duman bırakması gibi toz bırakıp ilerliyordu, sürünün etrafında zıplaya oynaya giden keçiler, oğlaklar... Evlerin etrafında civciv kümeleriyle dolaşan tavuklar, gagasını havaya kaldırıp öten horoz, ağılın hemen yanında otlayan memeleri sütle dopdolu ala inek, sonra masmavi gökyüzü ve uçuşan serçeler ve daha neler... Sylvie bu manzaraya hayran kaldı, Deniz'in böyle pürdikkat seyredişini şimdi anladı. Sonra oğlu Alex'e baktı, içini bir hüzün kapladı, oğlunun dünyası sanal bir dünyadan, olmayan bir dünyadan ibaretti. Penceredeki bu gerçek dünyayı, bunların hiçbirini ne seyrediyor ne de seyredecek, Alex hergün bunların kopyası bile olmayan çizgilere ya da hayal ötesi figürlere ya tabletinden ya da televizyondan bakarak olmayan bir dünya ile avunuyordu. Oysa Deniz gerçek bir dünyada, elle tutulur, gözle görülür somut bir filmin içindeydi ve kendisi de bizzat bu filmin bir kahramanıydı.
Sonra Deniz pencereyi bırakıp dışarıya çıktı, Sylvie de onu takip edip peşinden gitti. Deniz hemen duvardaki gölgeye geçip, önceden hazırladığı biraz toprak ve samanı suyla karıştırıp çamur haline getirdi, hazırladığı bu çamurla yarım kalmış evini daha önce topladığı taşlardan örmeye başladı, oyuncak ev onun boyu kadar olunca bir tahta üzerine koyup çatı yaptı ve ev bitti. Sylvie hayret edip hayran kaldı yayladaki çocuğun bu müthiş dünyasına. Tabiat ile iç içeydi, hazıra konmuyordu, imalatları kendisi yapıyordu. Sonra bir serçe bu evin üzerine kondu, Deniz, üzerine oturduğu buğday çuvalından biraz buğday alıp yere serpti, serçe buğday tanelerini tek tek hiç ara vermeden yiyordu, Deniz onunla konuşuyormuş gibi gözünü ondan ayırmıyordu. Deniz, Sylvie'nin sırf kendisini ve bütün bunları seyretmek için kendisini takip ettiğini fark edince biraz utangaç bir refleksle iki elini çenesinin altına koyup arkasını Sylvie'ye dönüp yüzünü yemyeşil, rengarenk ovaya çevirdi. Sylvie de onun baktığı yöne yüzünü çevirdi. Hoş hafif bir rüzgar yüzüne çarpmaya başladı, kavurucu sıcaklık yavaş yavaş gidiyordu, güneş uzak ufuklarda batmaya hazırlanıyordu, Sylvie ilk kez güneşi dümdüz ovada yüksek binaların olmadığı böyle bir durumda görüyordu, güneşi yanıbaşında hisetti...
Alex, uykudan yeni uyanmış, günün ışığından kamaşan gözlerini zor açarak dışarıya geldi, annesine doğru koştu, annesi onu kucağına aldı. Alex, ağılın dibinde dolanan eşek ile yavrusunu görünce "Anneciğim burada hayvanat bahçesi var mı, hadi oraya gidelim" dedi. Sylvie "Burada hayvanları kafese koymuyorlar oğlum, bak eşekler, tavuklar, civcivler, keçi yavruları, kuzular, hepsi var" diye cevap verip "Hadi Deniz'in yanına git, onunla oyna" dedi. Bir baktı ki duvar dibindeki Deniz gitmiş, az ötede bir grup arkadaşıyla güle oynaya birbirlerini kovalayıp oynuyorlar. Alex "Ne zaman gideceğiz anne?" diyordu.
İçerden Mustafa çıktı, kuzeniyle tokalaşıyordu. Sylvie gideceklerini anladı.
Mustafa Sylvie'ye dönüp Fransızca "Tableti unutmadan getir canım, Deniz için bırakalım". Sylvie "Kesinlikle olmaz" dedi. Mustafa bir anda şaşırdı, Sylvie'ye "Canım ne diyorsun? Eski tableti ne yapacağız? Tabletin içinde hali hazırda yüklenmiş bir sürü şey var, yaylaya elektrik de gelmiş, bırak çocuk sevinsin". Sylvie çocukların arasında hoplaya, zıplaya oynayan Deniz'e bakıp "Görmüyor musun? Çocuk ne kadar mutlu!" , sonra Deniz'in yaptığı evi gösterip "Görmüyor musun? Çocuk ne kadar üretken" kesin bir kararlılıkla "Deniz'in bu aletin ekranından sahte bir dünyayı, olmayan bir dünyayı seyretmesine gerek yok" odanın penceresini gösterip "Bu pencereden Deniz'in neyi seyrettiğini gördüm, gerçek dünyayı soluyarak, dokunarak seyrediyor, onu pencereden indirip bu bir karış ekrana hapsetmeye hakkımız yok" dedi.
Serdar ve hanımı birazdan yola çıkacak bu misafirler neyi tartışırlar diye merak ede dursunlar, Mustafa konuştuklarını onların anlamadığına sevinip bagajdan bir kahve, bir kaç kutu çikolata çıkarıp kuzenine verdi. "Sizleri iyi ki gördüm, çok sevindim" deyip arabaya bindi, Sylvie de Serdar ve hanımıyla tek tek tokalaşıp arabaya bindi, Alex çoktan arabadaydı. Araba hareket etti, giderken korna çalmak adetti, korna çalıp el salladılar ve giitiler.
Araba çocuklarla oynayan Deniz'in yanından geçiyordu, Sylvie Mustafa'dan arabayı durdurmasını rica etti. Araba durdu. Sylvie arabadan inip Deniz'in yanına gitti, diğer çocukları da etrafına alıp cep telefonuyla hatıra fotoğrafı olarak bir selfi çektikten sonra yola koyuldular, araba hızlanıp arkasından uzun bir toz bulutu yapıp gitti.
Yolda Alex her zamanki gibi gene kimseyi rahatsız etmedi, elinde tabletiyle uslu uslu durdu.
Mûlla Evîndar
13.03.2020
Yorumlar
Yorum Gönder