Kayıtlar

Hikaye etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

LİSELİ

LİSELİ "Liseli" kelimesi nedense durduk yere kulağıma hoş gelir, anlamıyla, telaffuzuyla hoş bir imge olarak zihnimde belirir. "Lise" Fransızcadır, "Lycée" diye yazılır Fransızcada, ama okunuşu aynıdır. Fransızca aşk dilidir derler, kim bilir belki de ondandır kulağa hoş gelmesi. Liseli artık çocuk değildir ama henüz tam genç de değildir, reşit değildir ya da olmak üzeredir. Ama artık aşık olmasını becerir, sevmeyi bilir. İlk sevmelerin, taptaze aşkların yaşandığı yıllar... Belki de bundandır zihinde hoş bir imge olması. Lise 1, Lise 2, Lise 3 diye belirtirdik sınıfımızı. Lise 3'teydim. Sıralara ikişerli ikişerli otururduk. Genelde erkekler ve kızlar ayrı otururdu. Yanımdaki sıra arkadaşım Serdar nakil yapıp başka liseye geçince ben sırada tek başıma kaldım. Sınıfın hemen hemen yarısı kızdı, kızlar da ikişerli ikişerli otururdu, sadece bir sıra vardı ki orada üç kız yan yana oturuyordu, o da hemen önümdeydi. Hemen o ilk gün öğretmen o üç

3000 METRE YÜKSEKTEN

Resim
3000 METRE YÜKSEKTEN Bu mesajı sana 3000 metre yani 3 km yüksekten yaziyorum, Bulgaristan üzerinden devam ediyoruz. Birazdan uçak inişe geçecek. Tabi ki biz yere inince bu mesaj sana gelecek. Şimdi telefon uçak modunda. Yemek seansı bir saat önce bitti. Karşılıklı online mesajlaşsaydık hemen menüde ne vardı diye sorardın. "Poulet Grillé" dedikleri "Izgara Tavuk" ve "Ratatouille" dedikleri "Türlü Sebze" var idi. Tahmin edeceğin gibi yanında şarap aldım, "şarap şişesinin üzerinde AOC yazıyor mu" diye soracağını tahmin ediyorum, yok yazmıyor. Sen olsaydın AOC (Appélation d'Origine Controlé) yazmıyor diye "Şarabın yapıldığı üzüm cinsi devlet tarafından kontrol edilmemiş" deyip içmeyecektin. Kahve de içtim. Pencereleri kapatıp gölgede dinleniyorum ve bunu yazıyorum. Bulutları çok seyrettim, bembeyaz kar yığınları gibi duruyordu, bazen de pamuk şekerini andırıyordu, uçak arada bir bulutların içine dalıyordu ve dışarı

EKRANDAKİ ve PENCEREDEKİ DÜNYA

EKRANDAKİ ve PENCEREDEKİ DÜNYA Uçağa binmeye bir saat kala Sylvie tabletin şarjını kontrol edip tam dolsun diye koltuğun yanındaki prize fişi taktı. Çünkü bilir çocuğunun tablet olmadan yapamayacağını, bilir Alex'in tablet olmadan rahat  duramayacağını. Alex altı yaşındaydı ve tüm dünyası bu tablet denilen el bilgisayarıydı. Alex'in babası Mustafa ise çocuğunun şimdiden elektronik aletlerle böyle haşır neşir olmasıyla gurur duyuyordu. Bir güvercin misali Fransa'dan, Türkiye'ye konmak üzere uçtu uçak. Alex tabletini elinden hiç bırakmayıp hiç kimseyi rahatsız etmedi yolculuk boyunca. Sabaha karşı uçağın penceresinden gözüken bembeyaz bulutları bile görmedi. Uçak indi Ankara'ya. Sabahın erken saatleriydi. İzinleri boyunca kullanmak için kiraladıkları araba havalimanı çıkış kapısında onları bekliyordu. Arabaya binip ver elini köyüm dedi Mustafa. Yollar çok sakindi, arabanın camlarından geniş Anadolu ovaları ıssız, sessiz gözüküyordu. Mustafa her sene gelir kö

SESSİZ GÜRÜLTÜ

SESSİZ GÜRÜLTÜ Şemsiyemi nedense bugün evden çıkarken almadım, hem de Cenevre'de bugün yağmur yağacağını bildiğim halde. Bu güneşsiz günde evde oturmak varken bir pazar günü şehir merkezinde caddelerde yürürken çok sert bir yağmurun altında buldum kendimi. Daha da azgınlaşacağı belli olan yağmurdan kaçıp hemen yanımdaki "Café & Bar Swiss" gençlik barına girdim. Yağmurdan kaçıp doluya tutuldum, barda o kadar aşırı bir gürültü vardı ki, işin içinde ıslanmak olmasaydı o güzelim yağmur sesini yeğleyip bu gürültüden kaçabilirdim. Gürültü yetmezmiş gibi bir de aşırı kalabalıktı, kalabalığın yarısı ayaktaydı, oturacak sandalye yok diye değil, tarz böyleydi ve ağzına kadar tıka basa doluydu bar.  Bira içip bağıra bağıra eğlenenler, müzik ritmine uygun olarak yerinde dans edenler, telefonda konuşanlar, garson çağıranlar... Islanmayı düşünmeksizin tam bardan çıkmak üzereyken köşede yalnız ve çok sakin bir vaziyette oturan bir kız gözüme çarptı ve nedense dışarıya çıkmak y

MAVİ YOLCULUK

MAVİ YOLCULUK İtalya'nın liman kenti Brindisi'den Türkiye'nin Çeşme ilçesine doğru gitmek üzere gemiye bindik. Otomobilimizi geminin en alt katında tarif edilen yere bırakıp küçük valizlerimizi de kamaramıza götürdükten sonra en üst kat olan güvertede bulunan restorana gittik. Restoranın yan ve üst tarafları tamamen açık olan bölümüne oturup denizi, mavi suları izleyelim dedik. İki kişiydik. İlk kez koca denizde uzun yolculuk yapacaktım, yanımdaki arkadaş uçak fobisinden dolayı uçağa binemediği için yolculuğu böyle tercih ediyordu, meraklı ve heyacanlıydım, bu yolculuk otuz altı saat sürecekti ama merak etmeyin bu yazı otuz altı saat değil hemen biraz sonra bitecek. Gözlerimi etrafta ne kadar çok gezdirdiysem de hep limana takıldılar. Önce liman, sonra kıyı ve giderek koca şehir yavaş yavaş küçülüp tamamen kayboldu. Artık Brindisi yoktu. Arada bir küçücük adalar çıkıyordu sonra onlar da bir daha hiç çıkmadılar. Şimdi her taraf sadece mavi sulardan ibaretti, koca de

BAVUL

Resim
BAVUL Kentin bir ucundan diğer ucuna kadar gezmediği, görmediği yer bırakmadı Bayram o gün. Sayamayacağı kadar tramvay, otobüs değiştirdi, bir çok bistroda kahve içti, bira içti, restorantta pizza yedi, caddelerde dolaştı. Caddelerde yürürken kendisini sanki ıssız bir çölde yürüyormuş gibi hissediyordu, oysa iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalıktı Paris caddeleri. Son durak meşhur Champs-Eliysée caddesiydi, Bayram kalabalıktan insanlara çarpa çarpa en yakın durağa ulaşıp evin yolunu tuttu. Evine yakın durakta inip metrodan çıktı, akşam olmak üzereydi. Kaldırımda yürürken nedense Nazım Hikmet'in şu dizeleri aklına geldi: "Ben, ihtiyarlığım, yalnızlığım  Bir de kara sevda  Dördümüz yan yana yürüyoruz" Ama Bayram ihtiyar değildi, kırlaşmış saçları olsa da henüz elli yaşlarında idi. Tek odalı evine girerken her zamanki gibi dış kapısı gıcırdıyordu, bu gıcırdama sesi odadaki ıssızlığı, sessizliği yarıyordu, Bayram için bu ses eve geldiğinin habercisiydi. Yarıl

ROMAN - Mulla Evindar

Resim
ROMAN Mehtap çoktandır bir kaç roman almak istiyordu, girdiği kitabevinde "Romanlar hangi rafta?" diye sordu elemana. Eleman ilgili rafı gösterip Mehtap ile romanları başbaşa bıraktı. Mehtap romanları eline alıyor, teker teker göz gezdirip tekrar yerine koyuyordu. Bir tanesinde şöyle bir cümle ilgisini çekti : "Aslında her insanın hayatı bir romandır ve yazarı da kendisidir". Mehtap derin ve gizli bir gülümsemeyle o kitabı da tekrar yerine koyup, hiçbir roman almadan gitmeye karar verdi. Çıkış kapısına doğru kendinden emin adımlarla aradığını bulmuş edasıyla yürürken "Ne yaptınız, aradığınızı bulamadınız mı?" diye soran kitabevi elemanına "Hayır!" deyip içinden "kendim roman yazmaya karar verdim" diye ekledi.   Madem ki her kişi kendisinin romancısıdır, kendini niye başkalarının serüvenlerinde arayıp iz sürer gibi başkasından okuyacaktı, kendisini en iyi kendisi anlatır diye düşündü.   Başlar roman yazmaya. Mehtap günlerce, haft

ELEKTRONİK SOHBET - Mulla Evindar

ELEKTRONİK SOHBET  Ebru : Merhaba. Hasan : Merhaba. Ebru : Birşey sorabilir miyim? Hasan : Memnuniyetle. Buyurunuz. Ebru : Öncelikle nasılsınız? Hasan : Teşekkürler, iyiyim. Siz nasılsınız? Ebru : Ben de iyiyim. Teşekkürler. Sizleri çoktandır takip ediyorum. Hasan : Güzel, birbirimizi takip etmek iyidir. Ebru : Bir nevi dostluktur. Hasan : Evet. Sosyal medyadaki dostluklar iletişim ile güçleniyor. Ebru : Bu çok önemli. Hasan : Evet, doğrudur. Birşey soracaktınız? Ebru : Evet, şeyi soracaktım… Şey. Unuttum. Hasan : Sizinle ne zaman, nasıl sosyal medya arkadaşlığı kurduk hatırlamıyorum. Ebru : Çoktandır, bayağı var. Ben sizi hep takip ediyorum. Paylaşımlarınızı çok beğeniyorum. Hasan : Teşekkürler. Ebru : Beğeniyorum ama belirtmiyorum. Hasan : Sosyal medya böyle birşey, beğendiğimizi içimizde saklarız, belirtmeyiz, karşı tarafın da bundan haberi olmaz. Ebru : Millet yanlış anlar diye ben “beğen”i tıklamıyorum.

BAKMAK ve GÖRMEK - Mulla Evindar

BAKMAK ve GÖRMEK Ahmet mola verip her zamanki gibi deniz kenarında, sahilde gezintiye çıktı. Denize sıfır denilebilecek bir otelde beş yıldır çalışmaktaydı. Sahilde dolaşırken, denize bakıp birşeyler çizen bir ressam görür. Ressamın yanına gider ve sorar: "Kolay gelsin, ne çiziyorsunuz?" Ressam : "Denizi çiziyorum". Ahmet : "Zahmete ne gerek var, fotoğrafını çek". Ressam bıyık altından gülerek "denize dön ve bak" der. Ahmet denize döner ve bakar.  Ressam : "Ne görüyorsun?"  Ahmet : "Ne olacak, denizi görüyorum, beş yıldır hep görüyorum". Ressam : "Daha başka ne görüyorsun?" Ahmet : "Kocaman bir su birikintisi".  Ressam : "Sahilde gezintine devam et, sen gelinceye kadar resim de biter ve gel bak resime". Ahmet : "Anlaştık, gelirim". Ahmet söz verdiği gibi sahil gezintisini tamamlayıp gölgede oturmuş olan ve yaptığı resime bakan ressamın yanına gitti. Ahmet de resime bakar, baktıkç

BARDAKİ BULGAR

BARDAKİ BULGAR Suat haftasonunu dört gözle bekliyordu. İş bitiminde akşama doğru Paris'in meşhur Champs-Elysée caddesinde yürürken her zaman önünden geçtiği café-bar'da barın arkasında servis yapan yeni bir kız gördü. Hemen içeri girip bara oturdu, bir tane bira istedi. Kıza Fransızca hemen sordu: "Yeni mi işe başladınız?" Kız: "Evet bugün başladım". Bunu duyunca Suat uzunca keyifli bir nefes alıp iyice yerine sabitlendi, kıza "benden bir bardak bir şey içiniz" dedi. Kız "memnuniyetle" dedi. Kız bir bardak beyaz şarap alıp içine biraz da kasis kremi koyup karıştırdıktan sonra "şerefinize" dedi.  Suat "yeni işinizi sevdiniz mi?" diyerek söze girdi, kız "en son söylenecek sözü en başta söylerim, evli değilim, boşum" deyip usulca bir kahkaha attı. Suat buna daha da sevindi. Suat'ın telefonu çaldı, kahvehaneden arıyorlardı "okey oynayacağız, oyuncu eksik" dediler. Suat, Türkçey